29 Nisan 2011 Cuma

Kısa Kısa

Bu  hafta  başından  beri birbiriyle  ilintisiz  pek  çok  olay  ve  durum ''Adına Yaşamak Dediğimiz''  olguyu  şekillendirip yönlendiriyor.  Her  zamankinden  yoğun  gel-gitlerle zaman  zaman düşündürücü,  bazen  de olağanüstü  şaşırtıcı ve  ironik  olaylar  zinciri,   deneyimlerimi  önüme  koyup  değerlendirme  fırsatı  veriyor.
Öncelikle , Begonvilli Ev'in  hassas hanımefendisi  arkadaşımın  yaşadığı   ölüm  acısı  bana da  hissettirdi  kendini.  Öyle  özden dile  getirmiş  ki  acısını, o  derin  sızıyı aynen  hissettim. Kaybının  geri  gelmeyeceği gerçeğine  karşın  yanında  olup ''yalnız  değilsin''  demeyi  çok  istedim.
Öte  yandan  hayat  devam  ediyor. Klasik gitar  dinletilerini  sever  misiniz?

Akbank Sanat Mayıs ayında klasik gitarsevenlere güçlü bir gösteri sunmaya hazırlanıyor. 5 ve 31 Mayıs tarihleri arasında 6 konserle gitarın usta isimleriyle genç yeteneklerini sahnesinde ağırlayacak
Akbank Sanat Mayıs ayında klasik gitarsevenlere güçlü bir gösteri sunmaya hazırlanıyor. 5 ve 31 Mayıs tarihleri arasında 6 konserle gitarın usta isimleriyle genç yeteneklerini sahnesinde ağırlayacak Akbank Sanat Gitar Günleri`nin açılışı 5 Mayıs akşamı Lazhar Cherouana ile yapacak.
Eğer  bir  aksilik  çıkmazsa  bu yıl  mutlaka  hiç  olmazsa  bir iki  dinletiyi kaçırmamayı istiyorum.  Hem  özlediğim istanbul'u  görmek  için  bir  fırsat.
Yine  Sevgili   Arkadaşım Sarah'tan  bir  e-posta  aldım. Paskalya  nedeni  ile   rahmetli  eşinin  memleketi  olan  İtalya'da  şu an. Sarah'ın  eşi İtalyan  asıllıymış.  Eşinin  sağlığında  her  yıl  Paskalya  tatillerini  İtalya'nın  şirin  bir  köyünde  geçirirlermiş. Şimdi  bazen  gidemese de  çoğunlukla  Paskalya  tatillerini  eşinin  ailesi  ile  geçirmeyi seviyor.  Dönüşte  çok  güzel  anılarını  paylaşır  umarım..
Baharın en güzel  zamanına  ne  yaraşır?  Elbette sevmeler yaraşır. Hadi  o  zaman , Nazım  Usta'ya  kulak  verelim:
Seni Seviyorum
Çömeldim bakıyorum toprağa
otlara bakıyorum
böceklere bakıyorum
mavi mavi çiçek açmış onlara bakıyorum
sen bahar toprağı gibisin sevgilim
sana bakıyorum
Sırtüstü uzandım görüyorum gökyüzünü
ağacın dallarını görüyorum
uçan leylekleri görüyorum
göz açık rüya görüyorum
sen bahar mevsiminin gökyüzü gibisin
seni görüyorum
Gece kırda ateş yaktım ateşe dokunuyorum
suya dokunuyorum
kumaşa dokunuyorum
gümüşe dokunuyorum
sen yıldızlar altında yakılan ateş gibisin
sana dokunuyorum
İnsanların içindeyim seviyorum insanları
hareketi seviyorum
düşünceyi seviyorum
kavgamı seviyorum
sen bahar içinde bir insansın sevgilim
seni seviyorum
Nazım Hikmet Ran
Tüm  güzellikler  sizlerle  olsun.

26 Nisan 2011 Salı

Huriye İngilizce Öğreniyor



Geçen  yılın  yaz  başlangıcıydı.  Erje Ayden’in  Türkçe’ye  çevrilmemiş  bir  romanını (Ayrılık Acısı)  okuyordum.  Erje Ayden Amerika’da  yazdığı  çoğu  polisiye  türü  olan  ronmanları  ile  tanınan  ilginç  kişilikli  bir  Türk  yazar. Bu  güne  dek  hiç  bir  romanı  Türkçe’ye çevrilmemiş  nedense. Daha  sonra  ayrıca  söz  edeceğim  kendisinden  ve  kitaplarından.
Rutin  işleri  düzenleyip kocaman  bir  demlik  dolusu  çayımla ve  kitabımla verandaya  atıyordum  kendimi.  Huriye’de bir  yandan  ev  işleri  ile  uğraşıyor,  arada  bir  şeyler  söylemek ya  da sormak  için  geliyordu  yanıma. ” Kara’nın  maması  bitmiş  abla, alıp  geleyim  mi?” ya da ”bugün yaprak  saralım  mı?”
Kitabımı  okumaya  başlayınca  reel  dünyamdan  koparım çoğu  kez. Bazen  hayret  sözcükleri  çıkar  ağzımdan,  bazen  güler  bazen  de  kızarım. İşte  yine  böyle  dalmışken Huriye’nin bana  merakla  baktığını  farkettim. ”Abla  ne  okuyon?” dedi. ”Ayrılık  Acısı  diye  bir  roman”,  dedim.  Romanın  adı  ilgisini  çekti ve  hemen  talip  oldu  okumaya. ” Bitirince  ben  de  okuyayım” dedi  heyecanla.
”Okuyamazsın  Huriye’cim, bu  kitap  İngilizce,  çevirisi  de  yok  bildiğim  kadarıyla”  dedim.  O  an  gözlerindeki  hayal  kırıklığı etkiledi  beni. ” Merak  etme,  bir  başyapıt  sayılmaz,  hem  ben  sana  özet  olarak  anlatırım  bitirince”  dedim ama  ”Keşke  ben  de  İngilizce bilseydim ”  diye  söylendi. Kitabı  bırakıp  gülümsedim;
”İstersen  öğrenebilirsin, bu   imkansız  değil. ”  deyince,  beklediğim  soru  geldi. ”Sen  öğretir  misin?
Hiç düşünmeden  yanıtladım:
-Tabii  ki  öğretirim,  seve  seve..
Ne  var  ki,  bir  dili iyi  derecede  konuşabilmek,  okuyup  yazabilmek,  kolay  öğretmenin  garantisi  değil.  Dil  öğrenmenin  teknikleri  var. Ben  öğretmen  olmadığama  göre doğal  yöntemi  seçmek  zorundaydım.  Lisedeyken  bize İngilizce  öğretmek  amacı  ile  uygulanan yöntemlerin  ne  kadar  ilkel  ve  yetersiz  olduğunu,  90  yıldır  öğrencileri  sıkan Misis ve Mister Brown  dialoglarını  geçirdim  aklımdan.  Biz  Huriye  ile  bir  çocuğun  konuşmayı  annesinden  öğrenmesi  gibi  günlük  yaşam  dialogları şeklinde  çalışacaktık.  Yeri  geldikçe  de  yazma  okuma  çalışmaları  yapacaktık.  Daha  sonra  ona  dil  öğreten  profesyonel  Cd setlerinden  de  aldım. İngilizce yazılmış  bir  kitabı okuyacak  düzeye  gelmesi  için sıkı  çalışmalara   girişmesi  gerektiğini  söyledim. Bu  işlerin  sabır istediğini, bir  kaç  günde  sıkılabileceğini  anlattım.  Biraz  tereddüt  etti,  ”Acaba  benim  işime  yarar  mı  bu  İngilizce? ” diye  düşündü.  ”Yaramaz  olur  mu? En  azından  kitap  okur,  film  izlersin, bir  işe  girebilirsin ”  diye  heveslendirdim.
Ve Huriye ile derslere başladık.
Huriye  yaz  boyunca  işlerini  bitirip  İngilizce  çalıştı. Her  gün  yeni  sözcükler,  yeni  cümle  kalıpları öğrendi.  Sayfalar  dolusu  yazdı,  okudu ve o yaz  bir  lise  öğrencisinden  daha  iyi  İngilizce  öğrendi.

Can Kız Huriye


Huriye’nin  köyünün  kadınları.
Huriye  ile nasıl  tanıştığımızı   anlatmıştım  size. Okumamış  olanlar  için  kısaca  söz  edeyim.
Hiç  tanımadığım  bir kentin  şirin  sahil  kasabasına yeni  taşınmıştık. Aslında   taşınma  değil  bir  kaçıştı  bizim  durumumuz.  Büyük  kentin  karmaşasından,  temposundan ve  stresli  yaşantısından  kaçıp sakin  bir  yerde  kafamızı  dinleyip daha  üretken  olmayı başarmaktı  amacımız.  Eşim işleri  nedeni  ile  sık  sık  diğer  illere ve   yurt dışına   gidip geliyordu.  Bense  lisansüstü eğitimimi  tamamlayıp  yarım kalan  tablolarıma devam etmek  zorundaydım.  Bu  yüzden neredeyse  ani  bir  kararla taşınıverdik  bilmediğimiz  bu  yere.  Hatta evi  bile  görmeden her  nasıl  olursa  olsun razıyım  diyerek  gelmiştim  gelmesine  ama uzunca  bir  süre yaşayacağım  evin yuvaya  dönüşmesini  de çok  istiyordum. Tam  o  günlerde  eşim  yine  önemli bir  iş  için Yunanistan’a  gitti. Yerleşilmemiş  bir  evle, ders  kitaplarımla başbaşa  tek  başıma  kalakaldım. Bir  de  köpeğim  Kara  ile..
Kimseyi  tanımıyordum.  Pazarcı  kadınlardan  birine ev  işleri ve  eşyaların yerleştirilmesi  için yardımcı  bir bayana ihtiyacım  olduğunu  söyledim.  ”Kimlerdensin?  Ne  iş  yaparsın?”   diye bir  güzel  sorguya  çekildikten  sonra  evimi  tarif  edip  dönmüştüm  eve. En  gerekli  eşyalarımı  çıkarıp  bir  yandan  da  derslerime  çalışırken günler  sonra  Huriye  çıkıp  gelmişti.  Yukarı  köydenmiş. Hiç  ev  işine  gitmemiş  daha  önce.  Bu  yüzden  korkarak,  çekinerek  gelmiş.  İçeri  girince  de  tedirginliği  geçmedi. Etrafa  bakınırken odaya  başka  biri  girecekmiş  gibi  kapılara  kayıyordu  bakışları. Evde  yalnız olduğumuzu, Kara’dan ve  benden  başka kimse  olmadığını eşimin  en  az  on  gün  gelemeyeceğini  anlattım.
Kafasında,  eski  Türk filmlerinde  gördüğü  bir hizmetçi ve  hanım  kompozisyonu  çizmiş. O  yüzden  tedirginmiş. Bunu  sonradan gülerek  anlatmıştı  bana.
Huriye o  günden  sonra  düzenli  olarak iki  ay  her  sabah  geldi  ve  akşam  üzeri köyüne bıraktım. Fazla  konuşmayı  sevmeyen  yapması  gereken  işleri  gayet  iyi  yapan  bir kızdı. Zamanla ne  iş  yapacağını  söylememe gerek  kalmadan  ev  yaşamımıza adapte  oldu  ve  evin  kızı  gibi Kara’yı  gezdirme, kek  yapma,  çiçeklere bakma gibi  işleri de  gönüllü  olarak  ve  sevinçle  üstlendi.  Sınavlar  için  İstanbul’a  gidişlerimde  evimin  anahtarını ona  bıraktım.  Dönünce  hazırladığı  sürprizlerle  inceliğine  hayran  kaldım.
Huriye  bizimle  kaldığı  sürece  resim  sanatı  ile,  klasik  müzikle,  edebiyatla  tanıştı. Önerdiğim  kitapları  ödünç  alıp  okudu,  kitap  okumanın  çok  keyifli  olduğunu  anladı. Ülke  gündemindeki olayları  dikkatle  izleyip bazen  üzüldü,  bazen  mutlu  oldu. Eğer  biraz  zaman  ayıracak  durumda  isem mutfakta  bir  şeyler öğrenmesi  için çaba  gösterdim;  çünkü  öğrenme  isteği  ile  dolu  yetenekli  bir  kızdı  Huriye.  Ben  de  ondan  bir  şeyler  öğrendim.  Örneğin  hamur  açmayı  denedim  ama pek  başarılı  olamadım. Tığ  işleri  konusunda  ders  aldım  bir  kaç  kez.  Fena  da  olmadı  yaptıklarım. Bu  süre  içinde  dikkatimi  çeken  Huriye’nin asla  özenti  bir  tip  olmadığıydı.  Giyimini  kuşamını  kendine  yakışmayacak  şekilde  değiştirmeye  çalışan  köylü  kızlar  vardı  çevrede.  Tuhaf  takılar  takıp  altı  kaval  üstü  şişhane  deyimini  anımsatan kızlar.   Huriye  onlar  gibi  değildi. Kendi  koşullarında  gayet  uyumlu  giyiniyor, giydiklerini  yakıştırıyordu.
Aradan  bir  ay  geçince  ben  sormadığım  halde kendi  yaşamından  ve  öyküsünden  söz  etmeye  başladı. Demek  ki  bena  bunları  paylaşacak  kadar  güven  duyuyordu.
Bir  ablası, iki  kız  kardeşi  ve  bir  de erkek  kardeşi  vardı Huriye’nin.  Kız  kardeşlerinden   biri  epilepsi  hastasıydı.  Anne  ve  babası çalışkan  iyi  insanlardı.  Yine  de eğitimsiz  ve  dar  çevre  insanı  olmaları   yüzünden  çocuklarına  yeterince  iyi  anne  baba  olamamışlardı.  Örneğin  iki  ayda  gördüğüm  özellikleri  ile  Huriye  mutlaka  okuması    gereken  zeki  bir  kızdı.  diğer  kızlar  da  zekiymiş, ”hele  biri erkek  gibidir,  traktör  kullanır,  evde bozulan  her  şeyi  tamir  eder”  diye anlattı. Epilepsi  olan  kız  kardeş  ise  bilinçli  bir  anne  babaya  sahip  olsa  hastalığı  bu  denli  ilerlemezdi.  Bunu,  babasını  ikna  edip  bu  kızcağızı   götürdüğüm  nöroloji  uzmanı  da  söyledi.
Şimdilik  burada  kalsın  Huriye’nin  öyküsü. Bir  dahaki  yazımda  evlendirilmesini  ve  küçük  yaşta  bambaşka  bir  ülkede yaşadığı deneyimleri anlatacağım.

Huriye ile Tanışmamız



Çalışan kadınsanız,  artı yazıyor  ve  çiziyorsanız,  ev  işlerini  mutlaka sistemli  yapmak,  belli  bir  düzeni  sağlayıp  bu düzeni sürekli  kılmak  zorundasınız.    Bu  sistemi   oluşturamadığınız,  işleri  aksattığınız  zaman  huzursuzluğunuz  mutsuzluk  boyutuna  ulaşıyorsa yardım  almak  zorundasınız,  başka  yolu  yok.
Zaman  zaman yardıma  ihtiyaç  duyup ev  işleri  için  yardımcı aldığım oldu. Sayılarını  tam  olarak  anımsamıyorum  ama  gündelikçi   olarak,  farklı  evlerde,  farklı karakterde  ve  yaşlarda epeyce  emekçi  kadınla  tanışmış  oldum  bu  güne  dek.  Bazıları  aileden  biri  gibi  oldular,  sevgimi  saygımı kazandılar.  Bazıları ise zaafları, karakterlerindeki  olumsuzluklarla beni  üzdüler.
Emeğin  değerini  bilen, her  işe  saygı  duyan  biri  olarak onların   en  iyi  koşullarda  yorulmadan,  yıpranmadan,  kendi  evlerinde  gibi  işlerini  yapmalarını  istedim. Bir  tabloyu  tamamlamak  için  gözlerim çift  görecek  kadar  yorulmuşken verilen  bir  fincan  çay  için  elini  öptüğüm  de  oldu,  evine  kadar arabamla  götürdüğüm  de. Asla  yaptıkları  işi  kendi  işimden  daha  değersiz  görmedim.  Hak  ettikleri  ücretleri  fazlası  ile  verdim. Yapı  olarak  insanlara  emir  verebilen, katı  ve  kuralcı  davranan  biri  olmadığım  için  bazıları  ile ilişkilerimde  hayal  kırıklığı  yaşadım. Örneğin birinin, kendisine  benim  kadar  değer  vermeyen,  neredeyse   acımasızca davranan  başka  biri   için  canla  başla  çalıştığı  halde, bizim  evde   yapması  gereken  işleri geçiştirdiğini  gördüm  kaç  kez. Diğer işvereni  benim  akrabam olduğu  için  bu  durumu  gözlemlemiştim.  Bir  başkası çok  sigara  içen,  çok  konuşan  bir  hanımdı. Sağlığı  için  kaygılanıp defalarca  uyarmıştım.  Yine  bir  başkası  soframa  buyur  ettiğim  zaman  hayret  etmiş,  şimdiye  dek  hep  ayrı yedirildiğini  söylemişti. Onlarla  birlikte en  az  onlar  kadar  iş  yaptığım bile  olmuştur.
Kimi  görgülü  ve  gururlu,  kimi  fırsatçı,  kimi  sessiz,  kimi ağzı  kalabalık  kadınlardı. Hepsinin kendine özgü  öyküleri,  çıkmazları, umutları, handikapları vardı.   Emeği  ile  para  kazanan, çoluğu  çocuğu  için  bu  ağır  işi  yapan, eğitimi, sosyal  güvencesi olmayan, çoğu  kez bir  iş  makinesi  gibi  görülen bu  kadınlara  saygı  duyuyorum.
İz  bırakanları  sık  sık  anarım. Hala iletişim  kurduğum görüştüklerim  var. Örneğin Huriye.
Onu yeni  taşındığım, lisansüstü  diplomamı  almak için sabahlara  dek  çalıştığım   ve  sık  sık  uçak  yolculuğu  yaptığım  günlerde  buldum.  Umudu kesmişken, hızır  gibi  yetişmişti. Üstelik  insan  olarak  da, çalışan olarak da,  aradığım  tüm  özelliklere  sahipti. Henüz  tam  yerleşilmemiş  bir  evle, tuğla  gibi  ders  kitapları  ile  ve   tanımadığım  bir  çevre   ile eşimin  yurt  dışı iş seyahatleri  yüzünden tek  başıma  boğuşuyordum  o  günlerde. Ev  yuvaya  dönüşmemişti bir  türlü. Yerleşmeyi  yalnız   başıma  başarmam  olanaksızdı.  Pazar  yerinde  süt  aldığım  köylü  kadına  çekinerek  sormuştum; ” evde  çalışacak  bir  hanım  arıyorum”  diye..Şöyle  bir  süzüp,  buralarda  zor, bizim  zenginlerin  kendi  beslemeleri  var, gine  de  soralım  bakalım,  ”Sen  kimin  nesisin? Necisin?”  diye  bir  güzel  sorguya  çekmişti. Evi  de  tarif  edip bir  daha  kimseye  sormamıştım.  Zaten  tanımıyordum  kimseyi.  Beş  altı  gün  sonra kapım  çalındı.  Güneşten  kızarmış,  yuvarlak  yüzüyle,  kaşları  hafif  çatık  güzel  bir  köylü  kadın vardı  kapıda.
-Melek  abam yolladı  beni..
diyordu.
Melek kim?
diye  sordum.
-Pazarda  süt,  peynir  satar. Yukarı  köylüyüz  biz. Ev işine  hiç  gitmedim  ben amma  eyi  bilirim  temizliği.
İşte  öyle  tanıdım  Huriye’yi. Meğer  ne  çok  çekinmiş, ”Ahlaklı iyi  insanlar  mı?  Evlerine  girip  onların işçisi  olacağım,  ya  yaramaz  insanlarsa ? Gaçar  giderim  o  vakit” dediydim ,  diyor.
Huriş’i  size  anlatmak  isterim.
Can  kız; emeği ile,  dürüstlüğü  ve  gururu  ile  bizi  kendine  hayran  bırakan küçük  anne, kız  kardeşim  olsan  seni  ancak  bu  kadar  sevebilirdim.
Kategorisi Huriye

24 Nisan 2011 Pazar

NATIONAL GEOGRAPHIC PHOTO





İnsanlık Anıtı yıkılsa ne olur, yıkılmasa ne olur…İnsanlık yerlerde sürünüyor zaten.

Hani  şu başbakanın ”ucube” diye nitelendirip  yıkım  talimatı verdiği  heykel    bu  olayla yine  gündeme  gelip  oturdu.

Ressam Bedri Baykam,  dün Beşiktaş Kültür Merkezi’nde  bir  toplantıya katıldı.
Bedri Baykam’ın   da  konuşmacı  olduğu  toplantı, sanatçılara yapılan  baskılara  karşı  bir  duruş  amaçlı  bir toplantıydı. Atatürkçü  söylemleri  ile  dikkati  çeken  sanatıçının AKP karşıtı  olması  bazı  çevreleri rahatsız  ediyordu.  Toplantı  çıkışı saldırıya  uğrayan ve  bıçaklanan  Bedri  Baykam’ın  kimseden yardım  alamaması inanılır  gibi  değil. Olay  sonrası  kendi  çabaları  ile  ve  yalnızca  bir  bayanın  yardımı  ile  hastaneye  ulaşabilen  sanatçıya  yardım  edilmediği  gibi, bir  gazetenin  Facebook  sayfasında  yayımlanan  yorumlar  gerçekten  insanlığın yerlerde  süründüğü  bir  toplumda  yaşadığımızı  gösteriyor.
Geçmiş  olsun  Bedri  Bey.

15 Nisan 2011 Cuma

Elmalar

Bu  natürmortların  ortak  teması elmalar.
Denise Mıckılowskı
Gerry Ball
Maarten Boffe
Dalhart Windberg
Gabrierl Picart
kirk Richards
Wells Levi
Mark Thouy

14 Nisan 2011 Perşembe

Listelerin Düşündürdükleri

Günlerdir  sabırsızlıkla  bekliyordum  aday  listelerinin  açıklanmasını. Şaşırdım  mı? Hayır. İçime sindi mi? Hayır. Bana ters  gelen, hayal  kırıklığı  yaşatan  tercihleri  ya  da  dışlamaları değerlendirirken ,  teoride  ve  pratikte   çatışan gerçekleri  de  göz  ardı  etmemek  gerektiğini  biliyorum.  Şöyle  ki,  öncelikle siyasi  parti  açısından hedef  en  çok  oyu  alabilmek. Yani  bu  işler  ince  hesaplar  gerektirir. Listelerin  belirlenmesinde,  hak  edenin  yer  almasından çok,  oy  hesapları  ve  parti  içi güç  çekişmelerinin  belirleyici  olacağını  çocuklar  bile  tahmin  edebilir.
Diyelim  ki inandığınız parti,  dünyanın  en  tutarlı kararlarını  alıp en  adaletli listelerini  hazırladı ve  ‘’ne iyi, ülke  insanı  bu  durumun  bilincine  varıp  tereddütsüz  oyunu  kullanır’’  desem  kim  inanır  bana? Hiç  kimse.. Çünkü , bu  ülke  insanının  hangi  koşullarda , hangi  kıstaslarla  oy  verdiği  gerçeğini  herkes  bilir. İşte   o  bilmem  hangi  sebepten  bu  insanları  başa  geçirme ve  sonunu  görememe kronik  rahatsızlığı  modundakilerin   oyları   çoğunlukta  olduğuna  göre, listelerde  oynanan  oyunları  tartışmaya  gerek  var  mı?  Bir de kararsızlar var tabii ki.  Kararsızların ve  her  iki  tarafa  da  eşit  uzaklıkta bulunan,  kendinin  de  ne  olduğunu  pek bilemeyenlerin oylarını  tırtıklamak bile  önemli  partiler  için.
Bana göre, ‘’Ne  yapsam? Kime oy  versem?’’ Handikabı  ise sadece  listelerde  olan  ya  da  olmayan  isimlerden   kaynaklanmıyor.  Gerçi  bazı  isimlerin  olup  olmaması son  derece  içimi  acıtsa  da, özellikle  son  dönem  dış  politikada yaklaşımlar   ve  ABD’ye yaranma çabaları  yüzünden, zaten  siyasi  duruş olarak  bana  güven  veremeyen  CHP’yi  nasıl  değerlendireceğimi  bilemiyorum.
Çünkü,  yüzde  on  barajı  nedeniyle,  oyumun  boşa  gitmesini  istemiyorum. Yani  istemeye  istemeye  CHP’ye  oy  vereceğim.  Altı  ok  çizgisinden  gitgide  uzaklaşan, bazı uygulamaları  ve  söylemleri  ile AKP’den  pek  de  farklı  olmayan bir  partiye   kerhen  oy  vereceğim.

10 Nisan 2011 Pazar

Hüzünlü Bir Aşk Öyküsü

Sinema  denince Meryl Streep  yere  göğe koyamadıklarımdan.

1949 doğumlu Amerikalı oyuncu,  hem tiyatroda, hem televizyon yapımlarında hem de sinema başyapıtlarında rol alıyor.  iki kez Oskar Ödülü’ne layık görüldü, 13 adaylıkla da Oskar’a en çok aday olan oyuncu olma ünvanını taşıyor. Benim  gibi  milyonlarca  hayranı var. Gelmiş geçmiş en yetenekli aktrislerden biri olarak görülüyor.
Oyuncu, New Jersey’de büyümüş. Vassar Koleji’nde drama okumuş ve buradan mezun olduktan sonra Yale Üniversitesi’nin drama bölümünde güzel sanatlar alanında master yapmış.
Birçok eleştirmen tarafından yaşayan en iyi sinema oyuncusu olarak gösteriliyor. Ayrıca rol yaparken her dili mükemmel bir şekilde konuşabiliyor.
Hakkında daha pek  çok  bilgi  derlenebilir  ama Meryl Streep'in  İtalyan asıllı  aktör john Cazale ile  yaşadığı  büyük  aşk  bizde pek bilinmez. Bu  hüzünlü  öykü meşhur Love Story filmine  taş  çıkartır.

Büyük  aşk, Meryl  henüz  yeni  parlıyorken  yaşanmış. Şimdi, John Cazale  de  kim  diyenler olabilir.Al Pacino'nun başrol oynadığı Dog Day Afternoon filmindeki "Sal" rolü ile çıkardığı  müthiş  performansı  anımsayanlar  mutlaka vardır.

Oynadığı beş uzun metrajlı filmin beşi de Akademi Ödülleri'ne En İyi Film kategorisinden aday gösterilmiştir.

Şimdi  asıl  konumuza  dönecek  olursak,  yani  Meryl ile John'un   büyük  aşkına;
Aktör  1962'de  başladığı  sinema  kariyerinde  çok  iz  bırakan  karakterleri  canlandırmış  ama  1978'de  kariyeri  sonlanmış.  Çünkü  kemik  kanserinden  ölmüş.  Öldüğü  sıralarda  Meryl  Streep'le  nişanlılarmış. Sinema  ile  ilgili  bir  belgeselde John Cazale' nin kısa    yaşamını,  sanat  kariyerini  ve  son  günlerini izledim.  Hastalıkla  nasıl  mücadele ettiğini, Meryl Streep'in onun  son  anına  dek verdiği  desteği görünce  büyük  oyuncuya  hayranlığım  daha  da  arttı.