31 Mart 2011 Perşembe

Anne Sütünden Dondurma

Sabah  gazetede  okuyunca  ''Yok  artık, daha  neler!!''  diye  sesli  olarak  konuştum  kendi  kendime...

İngiltere'de  bir  firma, 300 gramına 37 lira  ödeyerek aldığı anne sütünden  viski  ya  da  kokteyllerin  yanında  servis  edilen  dondurma  üretiyormuş..
Firmanın  sahibi Matt O'Conner'ın  dondurması  şikayet  üzerine Westminster  Belediyesi tarafından  incelemeye  alınmış  ama  sonuçta  sakıncalı  bulunmamış..
Şu  anda  14  kadının  sütü  kullanılıyormuş  ve  sırada  bekleyen  200  kadın  gerekli  testlerden  geçmeyi  bekliyorlarmış.
Dondurmanın  porsiyonu 20  sterlinden satılıyormuş.
''Satılıyormuş''  sözünü  yazarken  ne  kadar antipati duyduğumu  tahmin  edersiniz.  Para  kazanma  hırsı neleri  kullandırıyor, görüyorsunuz.  ''İnsanın  yavrusuna  hiç  bir  karşılık  beklemeden verdiği  anne  sütü  piyasaya  düştü''  diye  yazmışlar  gazetede.
Süt  verecek  anneleri  internet aracılığı  ile  verilen ilanlarla buluyorlarmış. Şimdi  şaşırmaya  devam; anne  sütünden  sonra iki  şok  edici  projeleri  daha  varmış  firmanın. Verdikleri  ipucu  ise,  iki  vücut  sıvısı  daha ...
Not: Haberin  doğruluğundan şüpheniz  varsa  şu  sayfaya  bakın.
http://www.rockingfacts.com/ice-cream-made-from-human-breast-milk-on-sale-in-london/

30 Mart 2011 Çarşamba

Anadolu Dervişi Victor Ananias



Victor’u  tanımak  için  bu  sayfayı  görün.
http://www.bugday.org/portal/index.php
O’nu  tv’de  bir  belgeselde  görmüştüm  ilk  kez.  Kaz Dağları’nda  küçük  bir  köyde  toprak ve doğa  adamı  olarak  yaşayan   biriydi.  Sıradan  toprak  insanlarından  ayrılan  yönü  ise  hiç tanımadığı insanların hayatlarına çabaları ile katkıda bulunmasıydı.  Çevresiyle  bütünleşmesine,  doğaya  ve  insanlara  verdiği  değerin  göstergesi  olan  yaşam tarzına  hayran  kalmıştım.
Victor Ananias’tan  söz  ediyorum.  Belki  adını  duyan  vardır ama yaptığı işleri  bilen  var mı ? Ya   bu  Anadolu'nun alçak gönüllü dervişinin  artık  aramızda olmadığını bilen var  mı? Televizyon  kanallarında  ana haber bültenlerinde , hele  hele  magazin  ağırlıklı programlarda  söz  edilmediğine  göre,  olduğunu  sanmıyorum.  Ben  de  bugün bir  gazetenin  hafta  sonu  ekinde  tarımla  ilgili  sayfasında  okudum ve çok  üzüldüm..
Türkiye'de yaşarken,  zaman  zaman  dünyayı  dolaşıyor,  köyüne  dönüp  nasıl  daha  yaşanılası  bir  dünya  oluşturabileceğimiz  konusunda  kafa   yoruyor   ve  insanlara  yol  gösteriyordu  bu  genç  adam.
Genetiği bozulmuş gıdalara karşı uzun yıllar mücadele etmiş. Yıllardır çıkarttığı Buğday dergisiyle, yaptığı aktivitelerle ve çeşitli dernek oluşumlarıyla organik tarımın ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışmış. Organik tarımı bıkıp usanmadan üretene, tüketene anlatmış. Organik ürünlerin insanlara ulaşması için gece gündüz çalışmış.
Yaşamını  araştırınca  şu  satırlar  çıktı  karşıma:
''O bir Dünya vatandaşıydı
Ege'nin küçük bir köyünde erdemli bir yaşamın peşine düştü. Hayatını bu ideali yaymaya adadı. İlk mesleği aşçılık oldu. Yemekteki izlerin peşine düşerek dünyayı dolaştı. Ama ayakları onu hep Anadolu'ya götürdü. Ege'nin yeşil ve verimli toprakları Victor Ananias'a farklı bir sır fısıldıyordu. Victor bu sırrın peşinde koştu. Nereye giderse gitsin Anadolu'ya geri dönüyordu.
Hayatı boyunca organik tarımın insanlara ve topluma faydalarını anlattı. Çalışmaları, Buğday Derneği ile sınırlı kalmadı. Çok çeşitli dernekler kurarak tüketiciye organik ürünleri sundu.''
Victor  gibi  insanlar  bu  dünya  için  çok  lazım.  Ne yazık  ki  onu  çok  erken  kaybettik. Toprak  ve  gönül  insanı  Victor,  huzur  içinde  uyu!

5 Mart 2011 Cumartesi

Yeni Adres

siyahklavye.wordpress.com  Blog  adımız  ve  adresimiz değişti. Yeni  tanışmış  olsak  da bekleriz  efendim.

3 Mart 2011 Perşembe

Taşındık!

 Blog adımız Siyah Klavye olarak değiştirildi. Worldpress Şeytanın ''Yaz!'' dediklerini kabul etmedi.

Yeni adresimiz:

http://siyahklavye.wordpress.com/

 Yazılarımı  buradan okuyabilirsiniz.

1 Mart 2011 Salı

Galiba Burada Son Yazım

 Güzel  başlamıştı,  çabuk  bitti...

Az  önce Sittirella  ile  yorum aracılığı  ile  kısa  bir mesajlaşmamız  oldu. Önerdiği  gibi  blog  şablonumu  değiştirdim. Hatta yine  yorum  olarak  da  belirttim,  ''galiba boşuna olacak'' diye.


İzlediğim bir  kaç blog sayfasını ziyaret  etmek  istedim,  engellenmiş  olduklarını  gördüm. İçim  sızladı. Deneyimli  olanlar bloglarını yedeklemişler  ve  yeni  adreslerine  yönlendiriyorlar. Bazıları  da (benim  gibi) ne olduğunu  tam  anlamadan hiç  hazırlıksız  yakalanmışlar  bu  duruma . Benim  üç  beş  paylaşımımın  pek  önemi  yok, yeni  başlamıştım  yazmağa ama  uzun  süredir  emek  veren  ve  epeyce  yol  almış harika  blog sayfaları  vardı. Onlar  için  üzüldüm.Yazık  oldu  bunca  emeğe.


Belki bu  çarpık durum  düzeltilir  ilerde..Hoşça kalın....

28 Şubat Süreci ile İlgili Anımsadıklarım


Necmettin Erbakan'ın ölümü  ile  çokça  gündeme  gelen 28 Şubat Kararları, o  günlerdeki ve sonrasındaki  siyasi  ortam bu  günkü  gibi  aklımdadır. 14  yıl  geçmiş o  günden  bu  güne. Hala ''ülkeye  yararı  olmuştur''  diyenler de var, ''demokrasinin  altını  oymuştur bu  uygulamalar''  diyenler  de. Ben yorum  yapmadan, sade  vatandaş  gözü  ile  o  günkü  durumu  aktarmağa  çalışacağım;


O  günlerde,  Refahyol  koalisyonu ülkeyi  yönetirken, 28  şubat  sürecine  zemin  hazırlayan bazı  olaylar oluyordu. Benim  anımsadıklarım:


1996 yılında  Susurluk'ta yaşanan bir  trafik  kazası  sonrası  mafya, siyasetçi, polis ilişkilerini kamuoyu  duymuş  oldu.


Susurluk  Olayı öncesinde  mi,  yoksa  sonrasında  mı  tam  olarak  anımsayamıyorum,  Başbakan  Erbakan  bazı  Afrika  ülkelerine resmi geziler  yapıyor, İslam birliği  adına  süslü  laflar  ediyordu.  Libya  gezisi  sırasında, bir  çadırda  Kaddafi'nin söylediği bazı aşağılayıcı  sözlere  tepki  gösterememesi basının büyükçe  bölümü  ve muhalefet  tarafından  çok  eleştirilmişti.


O  günlerde  Kayseri'nin Refah  Partili  Belediye  Başkanı  Şükrü Karatepe, parti  toplantısında laiklik karşıtı  söylemlerde  bulunuyordu.''Süslü  püslü  göründüğüme  bakıp  da laik  olduğumu  sanmayın.  Resmi  görevim  nedeni  ile  bugün  bir  törene  katıldım.  Başbakanın,  milletvekillerinin,  bakanların  bazı  mecburiyetleri  var.  Ancak  sizin  hiç  bir  mecburiyetiniz  yok. Refah  partili olarak yeryüzünde  tek  başıma da  kalsam bu  zulüm  düzeni  değişmelidir'' gibi  sözler  ediyordu. (O  günün  gazetesinden kesmiştim  bu konuşmaya  ait  yazıyı)


Başbakan  ise başbakanlık  konutunda tarikat  liderlerine  ve şeyhlere  iftar  yemeği  veriyordu.


Bir  de  Sincan Belediyesi  Kudüs Gecesi  düzenlenmişti  o  günlerde.  Ayrıntıları  çok  iyi  anımsamıyorum  ama  galiba  İran  büyükelçisi  onur  konuğuydu o  gece.  Sahneye laiklik  karşıtı  bir  oyun  konulmuştu.


O  günlerde manşetlerden  düşmeyen  bir  olay  da, Aczimendi Tarikat  lideri  ile  ilgili  olarak bir  anda  meşhur  olan  Fadime  Şahin adında  bir  kadının afişe  edilmesiydi.  Bundan  söz  etmeyeceğim; kolaylıkla olaylar  hakkında bilgi  edinebilirsiniz.


İşte  28 Şubat Kararları  öncesi  böyle  günler  yaşanıyordu. Basından merakla  izlediğimiz,  sonrasında  da  yıllarca  açık  oturumlara konu olan,  siyasi  tarihimizin  önemli  bir  olayının  sonrasındaki  gelişmeleri  de yazmağa  çalışacağım.  

Ne Zormuş Bir Şeyler Yazmak !


İçimizden  geleni  kağıda ya da elektronik  ortama kuralsızca aktarmaktan  söz  etmiyorum. Gerçek  anlamda yazar  olabilmekten  söz  ediyorum.


Çok  az  sayıdaki  izleyicilerimden Sayın Sittirella yorumlarında  yazdıklarımı  ilgi  ile  okuduğunu  belirtme  inceliğini  gösteriyor.  Doğrusu amatörce ve  Sarah'ya duyduğum  sevgi  ve  hayranlıkla yapmağa  çalıştığım  bu  işi  nereye  kadar götüreceğimi  de  bilmiyorum. Her  sabah  ya  da  akşam  daha  önce  yazdıklarıma  bakınca öyle  yanlışlar  görüyorum  ki, kendimi  çok  yetersiz  hissediyorum. Çok iyi gözlemci ve dinleyici olmak yetmiyor. Yazdıklarımı her okuyuşumda anlatım bozuklukları, yazım yanlışları, yetersiz ifade gibi aksaklıklar görüyorum. Oldukça ağır bir sözcük işçiliği gerekiyor. Çünkü amatörce  de  olsa  bu  işler şakaya  gelmez. Yapılacaksa mutlaka  bir  alt  yapı  oluşturulmalı, yazmanın  incelikleri  ve kuralları en  mükemmel  şekilde  uygulanmalı. Yoksa ortaya  konulanlar hiç  bir  değer  taşımaz. Yetersiz  anlatımlı, okuması  yorucu sözcük  yığınlarından  öteye  gitmez yazdıklarınız.  İşte  bu  yüzden  yazma  işini  kotarabilen  gerçek  edebiyat  ustaları  kalıcı  olmuştur.


Sarah Lou  ülkesinde iyi  bir dil ve  yazarlık  eğitimi  almış. Alt yapısı  mükemmel. Bu  açıdan  ona  imreniyorum. Bir  gün  bahçe  sohbetlerimizden  birinde yazma  işinin  zorluklarından  söz  ettik. Bana, iyi  bir  gözlemci olmanın  ve  dilbilgisi  kurallarını  bilmenin  iyi  bir  yazar  olmak  için  yeterli  olamayacağını  anlattı. Sözcüklerle  yeni  dünyalar  kurabilecek  kadar ustaca oynamanız  gerektiğini, çok  fazla  okuyup okuduklarınızın  hiç  birinden yazma  tekniği  konusunda  etkilenmeden  kendi uslubunuzu  yaratmanızın  zorunluluk  olduğunu söyledi.


Sarah Lou bir sohbetimizde Amerika'da  yazarlık  okulları  olduğunu anlattı. Kendisi  bu  okullardan  birinde  bir  süre  öğretmenlik  yapmış. Bazılarının akşam  iş  saatlerinden  sonra  eğitim  verdiği bu  okullarda  pek  çok  insanın nasıl  yazabileceğini  öğrendiğini ve  yaşamlarını  değiştiren  adımlar  attıklarını söyledi. Bu  okullarda  öncelikle dilbilgisi konusunda  eğitim  alan  insanlar  gözlem  yapmayı,  bakmaktan  çok  görmeyi  de  öğreniyorlarmış. Ayrıca bir  durumu  ya  da  duyguyu  en anlaşılır  şekilde  anlatma  üzerinde  pratik yapıp birbirlerinin  yazdıklarını  değerlendiriyorlarmış.

  ''Sözcüklerle  oynamak,  gereksiz  olanları  ayıklamak, eş ve yakın anlamlıları aynı  tümcede  kullanmamak , yalın  ve anlaşılır  yazabilmek  aşama aşama  kazanılan  özellikler'' diyor. Bir  yazıdaki  sözcük  çeşitliliği  ve bunların  doğru  ve  yerinde  kullanılması belli  başlı  kıstaslardan  biriymiş. Bir  kitabı sınırlı  sayıda  sözcükle yazmak yetersizlik olarak  değerlendiriliyor. Zengin  anlatım  için  kelime dağarcığının  zengin  olması gerekiyormuş. Hatta  bu  konuda  yapılmış  araştırma sonuçları  istatistik  bilgi  olarak  saklanıyormuş. Her  yazarın yapıtlarında  kullandığı  ortalama  sözcük  sayısı belirleniyormuş. 

Elbette  yetenekten  de  söz  ediyor. ''Bazı  insanlar  yazar  olmağa  çok  daha  yatkın  oluyorlar'' diye  belirtiyor.  Yetenek, zeka, dikkat ve birikim gerektiren bir  iş yazarlık.. Bir  de bıkmadan  usanmadan yazıp mükemmel  olduğuna  inanıncaya  dek  üzerinde  çalışmak  gerekiyormuş.


Anlayacağınız çok  çalışmam  lazım çooooook..:))